Psikolojiye göre bir ilişkide güveni yok eden 5 davranış

İlişkilerde güven, internetin düzgün çalıştığı zamanlardaki Wi-Fi gibidir. İşler yolundayken kimse fark etmez bile. Ama çatırdamaya başladı mı? Her şey cehenneme döner. Psikologlara göre en ilginç kısım şu: güveni yok eden şey çoğu zaman büyük ihanetler değil, her gün tekrarladığımız ve farkına bile varmadığımız o küçük davranışlar. Kafamızda “ilişkiyi koruyorum” diye mantıklı görünen ama aslında yavaş yavaş karşımızdakini boğan şeyler bunlar.

Asıl garip olan ne biliyor musunuz? Bu davranışların çoğu, karşımızdakini kaybetme korkusundan doğuyor. Tam bir paradoks: birini kaybetme korkusuyla ne kadar sıkı tutmaya çalışırsanız, o kişiyi o kadar çok kapıya doğru itiyorsunuz. İlişki psikolojisi uzmanları, ciddi güven sorunları yaşayan çiftlerde sürekli tekrarlanan kalıplar tespit etmiş. Ve hayır, ihanetler ya da kocaman yalanlardan bahsetmiyoruz; çok daha sinsi ve gündelik şeylerden.

Bu davranışlar genellikle geçmişteki acı verici deneyimlere, hiç iyileşmemiş yaralara ya da “yeterince iyi değilsin” diye fısıldayan o iç sese dayanıyor. John Bowlby’nin bağlanma kuramı ve Bartholomew ile Horowitz gibi araştırmacıların sonraki çalışmaları, çocukken ilişki kurmayı nasıl öğrendiğimizin yetişkinlikte romantik ilişkilerdeki davranışlarımızı derinden etkilediğini göstermiş. Küçükken tutarlı ve sevgi dolu bakım almadıysak, büyüdüğümüzde kaygılı ya da kaçıngan bir bağlanma tarzı geliştirme eğilimindeyiz; bu da tam olarak bu işlevsel olmayan davranışlar şeklinde kendini gösteriyor.

Hazır olun, bu maddelerin en az birinde kendinizi tanıyacaksınız. Derin bir nefes alın: farkına varmak, ilişkinizi sabote etmeyi bırakmanın ilk adımı zaten.

Dijital Dedektiflik: Telefonu Kontrol Etmek İkinci Bir İş Olduğunda

Partnerinizin telefonuna göz atmak için en az bir kez olsun dürtü hissetmeyen var mı? Şimdi de bunu birden fazla kez gerçekten yapanlar elini indirsin. İşte, sizinle konuşuyoruz. Telefonu, sohbetleri, Instagram beğenilerini takıntılı bir şekilde kontrol etmek, sürekli “neredesin, kiminle, ne zaman döneceksin” diye sormak modern çiftlerin ulusal sporu haline geldi. Teknoloji kontrolü o kadar kolaylaştırdı ki neredeyse normal görünüyor.

Ama değil. Psikolojik araştırmalar bu davranışın iki zehirli yakıtla beslendiğini gösteriyor: geçmişteki bir ihanet deneyimi ya da kronik düşük özgüven. Dutton ve ekibinin yaptığı bir çalışma, aldatılma yaşayan kişilerin yüzde yetmisinin aşırı tetikte olma durumu geliştirdiğini ortaya koymuş; yani “yine olacak” kanıtlarını arayarak sürekli alarmda kalıyorlar. Beyin sanki maksimum hassasiyete ayarlanmış bir alarm sistemi kurmuş gibi, masum bir mesaj bile tehlike sinyali haline geliyor.

Diğer tarafta ise aldatılmadığı halde kontrol edenler var; bunlar kendilerini yeterince değerli hissetmedikleri için yapıyorlar bunu. “Değersiz olduğumu anlarsa, beni daha iyisi için terk eder” düşüncesi altta yatıyor. Ve sonra kanıt avı başlıyor, sonsuz kaydırma, her sosyal medya etkileşiminin adli analizi. Sorun ne? Bu davranış tam olarak korktuğunuz şeyi yaratıyor. Partner boğulmuş, mahremiyeti elinden alınmış, sorgulanması gereken bir suçlu gibi muamele görmüş hissediyor. Sürekli suçlanan biri ne yapar? Uzaklaşır. Mesafe alır. Siz de bu uzaklaşmayı görünce “aha! Biliyordum, altında bir şey var!” diye düşünüyorsunuz. İlişkisel kendi kendini yok etmenin kısır döngüsüne hoş geldiniz.

Impett ve ekibinin 2010’daki gibi uzunlamasına araştırmalar, sürekli kontrolün zaman içinde çift memnuniyetini büyük ölçüde azalttığını göstermiş. Gerçek güven karşıdakine alan vermekle, onu yirmi dört saat gözetim altında tutmakla değil kurulur.

Kıyamet Seviyesinde Kıskançlık: Her İnsan Bir Tehdit Olduğunda

Bir tutam kıskançlık hatta sevimli bile olabilir, kabul edelim. Önemsediğinizi, karşınızdakine değer verdiğinizi gösterir. Ama her iş arkadaşı, her eski dost, her süpermarket kasiyeri birdenbire potansiyel romantik rakip haline geldiğinde, bir sorunumuz var demektir. Ve küçük bir sorun değil. Partnerinizin birine kibarca cevap vermesi yüzünden sahne çıkaran ya da belirli arkadaşlıkları “yasaklayan” o kıskançlıktan bahsediyoruz.

Psikolojinin bunun için kesin bir adı var: kaygılı bağlanma. Bartholomew ve Horowitz’in 1991’deki dört bağlanma tarzı üzerine çalışmaları, kaygılı bağlanan kişilerin sürekli terk edilme korkusu içinde yaşadığını göstermiş. Bu tarz genellikle duygusal olarak mesafeli ya da öngörülemeyen ebeveynleri olan ya da geçmişte defalarca terk edilmiş veya aldatılmış kişilerde gelişiyor. Bu insanlar için partneri kaybetmek sadece “kötü bir şey” değil, varoluşsal bir felaket olarak yaşanıyor.

Peki ne oluyor? Tam kontrol modu başlıyor. Karşıdakinin başka birine attığı her bakış romantik ilgi olarak yorumlanıyor. Her dostça sohbet şüpheli hale geliyor. Partner kendini kafeste hissediyor, sağlıklı ilişkisel özgürlükten yoksun kalıyor. İşte burada terapistlerin “kendi kendini gerçekleştiren kehanet” dedikleri devreye giriyor: kıskançlık sahneleriyle karşıdakini boğa boğa, onu tam da başkasının kollarına ya da en azından kaçmaya itiyorsunuz. Sonra “gördün mü? Biliyordum beni terk edeceğini!” diyorsunuz. Hayır canım, onu sen kaçırdın.

White ve Mullen’in romantik kıskançlık üzerine çalışmaları tam da bu sapkın mekanizmayı vurguluyor: aşırı kıskançlık, önlemeye çalıştığı sonucu tam olarak doğuruyor. Avucunuzda kum sıkmak gibi: ne kadar sıkarsanız o kadar kayıp gidiyor.

Seri Felaketçi: Her Şeyin Altında Hep En Kötüsü Gizlendiğinde

Beş dakika gecikme mi? “Başkasıyla birlikte”. Facebook’ta yeni bir arkadaş mı? “Kesin bir eski sevgili”. İşte terfi mi? “Şimdi beni kendi seviyesinden biri için terk edecek”. İlişkisel felaketçiliğin dünyasına hoş geldiniz; burada her olay otomatik olarak en karanlık ve kıyamet senaryosuyla yorumlanır.

Bilişsel psikolojide bu davranışın teknik bir adı var: felaketleştirme. Bilişsel davranışçı terapinin babası Aaron Beck, bunu anksiyete ve depresyonu besleyen ana bilişsel hatalardan biri olarak tanımlamış. İlişkiler bağlamında felaketçilik şöyle işliyor: nötr ya da pozitif bir gerçeği alıp zihinsel olarak yaklaşan felaketin kanıtına dönüştürüyorsunuz. Kafanızda her cümleyi “beni terk edecek” diye çeviren eş zamanlı bir tercümana sahip olmak gibi.

Bu zihinsel kalıp genellikle geçmişteki travmatik deneyimlerden doğuyor. Daha önce “aniden” terk edildiyseniz, beyin savunma stratejisi geliştiriyor: “hep en kötüsünü beklersem en azından hazırlıksız yakalanmam”. Sorun ne? Bu strateji sizi olmayan yerlerde suç ve hile gören paranoyak bir yargıç haline getiriyor. Beck bu olguya “düşünce okuma” diyordu: karşınızdakinin ne düşündüğünü bildiğinizi sanıyor, somut kanıt olmadan olumsuz niyetler atfediyorsunuz.

Holmes ve Rempel’ın 1989’daki ilişkilerde biliş üzerine çalışmaları, mutlu ve istikrarlı çiftlerin temel bir özellikle ayrıştığını göstermiş: karşıdakinde iyi niyet varsayıyorlar. Belirsiz davranışları tehdit edici değil, iyi niyetli yorumluyorlar. Çalışmaları bu “şüpheden pay verme”nin ilişki memnuniyetini yaklaşık yüzde yirmi beş artırdığını ortaya koymuş. Aksine, sürekli şüphe modunda yaşayanlar her ikisini de yoran kalıcı bir gerginlik atmosferi yaratıyor.

İnsan Yanardağ: Öfke Ana Dil Olduğunda

Akşam yemeği için nereye gidileceği konusunda küçük bir tartışma mı? Üçüncü dünya savaşı patlıyor. Gelmemiş bir mesaj mı? Hakaretler ve epik sahneler. Herhangi bir konuda fikir ayrılığı mı? Bağırışlar, kapı çarpma, tehditler. Kendini bu anlatımda buluyorsan, ele almamız gereken ciddi bir sorunumuz var. Kontrolsüz öfke patlamaları, bir ilişkideki güvenin en ölümcül katillerinden.

Muhtemelen çift dinamikleri üzerine en ünlü araştırmacı olan John Gottman uzunlamasına çalışmalar yürüttü, binlerce çifti onlarca yıl boyunca inceledi. İlişkilerdeki “dört kıyamet atlısı” üzerine yaptığı çalışma eleştiri, küçümseme, savunmacı tutum ve tıkanmayı, bir ilişkinin sonunu ürkütücü bir doğrulukla öngören davranışlar olarak tanımlıyor. Tahmininiz doğru: dördünü de besleyen şey öfkeyi yönetememe.

Psikolojik açıdan bu patlamalar duygusal düzensizliğin bir belirtisi: kişi korku, hayal kırıklığı ya da yetersizlik hissi gibi yoğun duyguları işleyemiyor ve içinde tutamıyor, bu yüzden öfke biçiminde patlıyor. Genellikle öfkenin yüzeyinin altında tam da ilişkisel güvensizlik yatıyor: “yeterince yüksek sesle bağırırsam beni dinler”, “sahne yaparsam bana böyle davranamayacağını anlar”. Ama sonuç tam tersi oluyor.

İlişkilerde en çok hangi davranış güveni yok eder?
Telefon kontrolü
Aşırı kıskançlık
Öfke patlamaları
Felaket senaryoları
Sosyal izolasyon

Bir “insan yanardağıyla” yaşayan kişi, terapistlerin “yumurta kabuğu üzerinde yürümek” dedikleri durumu geliştiriyor: sürekli tetikte, karşıdakini kızdırmamaya çalışıyor, her kelimeyi ölçüp tartıyor. Bu samimiyet değil, hayatta kalma. Gross’un 2015’teki duygu düzenleme müdahaleleri üzerine meta-analizi, öfke yönetmeyi öğrenmenin çift çatışmalarını yaklaşık yüzde otuz beş azalttığını gösteriyor. Ama sorunu kabul etmek ve genellikle profesyonel yardım almak gerekiyor.

Pasif-agresif davranışlardan da bahsetmek gerek: cezalandırıcı sessizlik, “şaka” kisvesi altındaki keskin yorumlar, mağdur rolü oynamak. Bunlar da işlevsel olmayan öfke ve güvensizlik ifade yolları ve güven için eşit derecede zehirli.

Altın Kafes: “Seni Seviyorum” “Benimsin ve Sadece Benimsin” Anlamına Geldiğinde

Başta romantik görünüyor: “Tüm zamanını benimle geçirmek istiyor!”, “En sevdiği kişi benmişim!”. Ama sonra yorumlar başlıyor: “Gerçekten arkadaşlarınla çıkman gerekiyor mu?”, “O tişört fazla açık”, “Annen seni çok fazla etkiliyor, daha az görseniz iyi olur”. Ve böylece adım adım her hareketinizin, her ilişkinizin, her kararınızın partnerin filtresinden geçmesi gereken görünmez bir kafeste buluyorsunuz kendinizi.

Bu kontrol edici davranış, klinik psikoloji ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından duygusal istismarın bir biçimi olarak tanınıyor. DSÖ’nün 2013’teki yakın ilişkilerde şiddet raporu, sosyal izolasyonu zorlayıcı kontrolün ilk aşamalarından biri olarak tanımlıyor: partneri arkadaşlardan, aileden, hobilerinizden ve dış destek kaynaklarından kopartmak, onu bağımlı ve “gidemez” hale getirmek için yapılıyor.

Psikolojik kökü ne? Yine derin güvensizlik ve terk edilme korkusu. Çarpık mantık şu: “Onu dış dünyadan uzak tutarsam benimle başkalarını karşılaştıramaz, daha iyisini yapabileceğini fark edemez, onu alıp götürecek birini bulamaz”. Sevgiyi sahiplikle, samimiyeti tam münhasırlıkla karıştıran bir mülkiyetçi zihniyettir bu.

Rusbult ve ekibinin 2001’deki sağlıklı ilişkiler üzerine araştırması kilit bir kavramı vurguluyor: sağlıklı karşılıklı bağımlılık, her iki partnerin de birlikte bir şey inşa ederken bireysel kimlik duygusunu korumasını gerektiriyor. Buna “farklılaşma” deniyor: karşınızdakinin kendi alanları, ilgi alanları ve ilişkileriyle ayrı bir insan olmasına izin verecek kadar kendinizden emin olmak. Her ikisinin de bu özgürlüğe sahip olduğu çiftler zaman içinde anlamlı derecede daha yüksek memnuniyet ve istikrar bildiriyor.

Buna karşılık bir kişi sistematik olarak izole edilip kısıtlandığında kendini sevilmiş hissetmiyor: tuzağa düşmüş hissediyor. Başlangıçta aşk için kalmış gibi görünse de, aslında korkudan, suçluluk duygusundan ya da artık gidecek duygusal ve sosyal kaynaklara sahip olmadığı için kalıyor. Bu sevgi değil, duygusal tutukluluktur.

Kırmızı İplik: Koruma Kılığına Girmiş Korku

Buraya kadar okudunuz ve bu davranışlardan en az birinde kendinizi tanıdıysanız, kendinizi suçlama zamanı değil. Gerçekten. Çünkü gerçek şu ki bu kalıpların her birinin arkasında neredeyse her zaman bir acı hikayesi var: belki aldatıldınız, terk edildiniz, ihmal edildiniz. Belki çocukken insanların önceden haber vermeden gittiğini, sevginin çabayla hak edilmesi gereken bir şey olduğunu, güvenmenin yaralanmaya açık olmak anlamına geldiğini öğrendiniz.

John Bowlby’nin 1960’larda geliştirdiği ve sonraki onlarca yıllık araştırmayla genişletilen bağlanma kuramı bize şunu öğretiyor: bakım veren figürlerle ilk bağlarımız, ilişkilerin nasıl işlediğine dair derin zihinsel şemalar yaratıyor. Bu ilk bağlar güvensiz, tutarsız ya da travmatikse, beynimiz savunma stratejileri geliştiriyor: kontrol, duygusal mesafe, takıntılı güvence arayışı. Kötü ya da kusurlu bir insan olduğunuzdan değil; bildiğiniz tek şekilde kendinizi korumayı öğrendiğinizden.

Sorun şu ki geçmişte hayatta kalmanıza yardım etmiş olabilecek bu stratejiler şimdi bugünü sabote ediyor. Marshall ve ekibinin 2013’te aldatılma kurbanları üzerine yaptığı çalışma, bir ihanet travmasının beyine olmadığı yerde de tehlike gören bir tür “aşırı hassas alarm sistemi” kurabileceğini gösteriyor. Anlaşılır ama yıkıcı bir tepki.

Döngüden Çıkmak: Yapılabilir (Ama Çaba Gerekir)

İyi haber? Bu kalıpları sonsuza kadar tekrarlamaya mahkum değilsiniz. Beyin esnek, davranışlar değiştirilebilir, yaralar iyileşebilir. Ama kendinize karşı dürüstlük ve genellikle profesyonel yardım gerekiyor. Psikolojik araştırmaların etkili olarak gösterdiği bazı somut yönler şunlar:

  • Duygularınızı tanıyın, harekete geçirmeyin. Öfke, kıskançlık, kontrol etme dürtüsü yükseldiğinde durun. Kendinize sorun: bu duygunun altında gerçekten ne hissediyorum? Genellikle öfkenin altında korku, kıskançlığın altında yetersizlik hissi var. Jon Kabat-Zinn’in geniş çapta çalıştığı farkındalık gibi uygulamalar, otomatik tepki vermek yerine nasıl davranacağınızı seçebileceğiniz, uyaran ve tepki arasında o alanı yaratmaya yardımcı oluyor.
  • Geçmişi şimdiden ayırın. Francine Shapiro tarafından geliştirilen EMDR gibi terapiler, bugünü etkilemeye devam eden geçmiş ilişkisel travmaları işlemede özellikle etkili. Eski bir sevgiliye ait korkuları mevcut partnerinize yansıtmaya devam ediyorsanız, sağlıklı olabilecek bir ilişkiyi başka bir hikayeye ait zehirlerle kirletiyorsunuz.

“Ben”den iletişim kurun, “sen”den değil. “Beni aldatıyorsun” ya da “beni önemsemiyorsun” demek yerine “ne zaman… olduğunda güvensiz hissediyorum” ya da “korkuyorum ki…” deneyin. Gottman yöntemi bu basit dilbilgisel değişikliğin bir konuşmanın tonunu tamamen değiştirdiğini öğretiyor: saldırmak ve karşıdakini savunmaya geçirmek yerine kırılganlığınızı paylaşıyorsunuz. Kırılganlık çatışma değil, bağlantı davet eder.

Terapiyi ciddiye alın. Levy ve ekibinin 2018’deki meta-analizi gibi çalışmalara göre bağlanma ve çift odaklı terapiler yüzde yetmiş civarında belgelenmiş etkililik oranlarına sahip. Bu “delilerin işi” değil, ilişki bakımıdır. Arabanız garip sesler çıkarırsa tamirciye gidersiniz, değil mi? İyi, ilişkiniz gıcırdıyorsa terapiste gidin. Basit.

Özgürlük verin ve isteyin. Ters sezgisel ama doğru: karşınızdakine ne kadar alan verirseniz, o kişi sizi seçmekte o kadar özgür hisseder. Gerçek güven “alternatifim yok onun için kalıyorum” değil, “binlerce kapı açıkken bile istediğim için kalıyorum”dur. Rusbult ve ekibinin dediği gibi, ilişkisel özerklik uzun vadeli istikrarın kilit bir öngörücüsü.

Son Şey (Önemli Olan)

Güven bir kez açıp sonra unuttuğunuz bir anahtar değil. Her gün küçük jestlerle suladığınız bir bitki: bir sözü tutmak, bir alanı saygı göstermek, konuşma sıranızı beklemek yerine gerçekten dinlemek, anlamadığınız bir şey yaptığında bile karşınızdakinin iyi niyetli olduğunu varsaymak.

Analiz ettiğimiz bu beş davranış tam tersi: güven bitkisine her gün dökülen ot öldürücü. Belki o bitkiyi koruduğunuzu düşünerek yapıyorsunuz ama aslında onu öldürüyorsunuz. En trajik şey? Genellikle ancak kuruduğunda fark ediyorsunuz.

Bu kalıplardan herhangi birinde kendinizi tanıdıysanız, geçer umuduyla görmezden gelmeyin. Geçmeyecek. Tam tersine, kötüleşme eğilimi gösterecek çünkü bu davranışlar kendilerini besliyorlar: ne kadar çok kontrol ederseniz olumsuz yorumlanacak o kadar çok “kanıt” bulursunuz, ne kadar kıskanç olursanız karşınızdaki o kadar uzaklaşıp size “hak” veriyor, ne kadar patlarsanız karşınızdaki o kadar yumurta kabuğu üzerinde yürüyüp mesafe yaratıyor. Aşağı doğru bir spiral bu.

Ama fark etmek zaten bir cesaret eylemi. Sonraki adım daha da cesur: hem partnere gerçek ve kırılgan bir konuşmayla hem de içinizdeki düğümleri çözmenize yardımcı olabilecek bir profesyonele yardım istemek. İlişkiler iyileşebilir, insanlar değişebilir, güven yeniden inşa edilebilir. Kolay değil, hızlı değil ama mümkün. Ve kesinlikle buna değer.

Yorum yapın