Psikolojiye göre hep müsait olmayan insanlara ilgi duyuyorsan bu ne anlama gelir?

Hep aynı hikayeyi yaşayan birini tanıyorum. Her aşık olduğunda, birkaç hafta sonra ortaya çıkan bir detay vardı: o kişi zaten başka biriyle birlikteydi. Evli, nişanlı ya da karmaşık bir ilişki içindeydi. İlk seferde şanssızlık dedik. İkincisinde tesadüf. Üçüncüsünde şaka yapmaya başladık: “Sanki müsait olmayan insanlar için özel bir radarin mı var?”

Sonra bu durumun düşündüğümden çok daha yaygın olduğunu fark ettim. Kaç kişi tanıyorsun ki kendini hep elde edemeyeceği biriyle işin içinde buluyor? “Neden hep ilişkisi olan insanlardan hoşlanıyorum?” diye yakınan arkadaşlar. Bu sadece kötü şans değil. Psikoloji, bu tekrarlayan davranış kalıbının arkasında oldukça ilginç mekanizmalar olduğunu ortaya koyuyor.

Yasak Meyvenin Çekiciliği: Yasak Ne Zaman Arzuyu Artırır?

Bir gerçekle başlayalım: yasak olan şeyler çoğu zaman daha çekici görünür. Bu sadece duygusal ilişkiler için geçerli değil. Çocukken “şu çekmeceyi açma” dendiğinde hatırlıyor musun? İçinizde büyüyen o dayanılmaz merak hissini? Beyniniz hala aynı şekilde çalışıyor.

Psikolojide bu fenomene psikolojik tepkisellik deniyor ve bu kavram 1966’da Jack Brehm tarafından formüle edildi. Seçim özgürlüğümüzün sınırlandığını ya da bir şeyin bize yasaklandığını algıladığımızda, paradoks olarak o şeye olan ilgimiz artar. Brehm ve Sensenig’in 1966’da, ardından Worchel’in 1975’te yaptığı deneysel çalışmalar, insanların kendilerine reddedilen veya erişilebilirliği azaltılan seçenekleri daha arzu edilir olarak değerlendirdiğini gösterdi.

Zaten bir ilişkisi olan birine ilgi duyduğunda tam olarak bu mekanizma devreye giriyor. O kişi bir “yasak bölge” temsil ediyor. Toplumsal normlara göre senin olmamalı, olamaz. Ve tam da burada beyninin asi tarafı devreye giriyor: “Ne isteyeceğime kim karar veriyor? Şimdi onu daha çok istiyorum.”

Ama yüzeyin altında çok daha fazlası var. Eğer bu hayatında tekrar eden bir kalıpsa, sadece yasak olanın cazibesinden bahsetmiyoruz demektir.

Güvenli Mesafeden Aşık Olmak: Yakınlık Paradoksu

Şimdi daha derine inelim. Bazı insanlar için müsait olmayan birine ilgi duymak, bilinçsiz bir koruma stratejisi olarak işlev görüyor. Kulağa garip geliyor değil mi? “Koruma mı? Ama ben acı çekiyorum!”

İşin püf noktası şu: baştan o kişiyle tamamen duygusal bir ilişkiye giremeyeceğini biliyorsun. Diğer kişi zaten “meşgul”. Bu, senden tam bir bağlılık, eksiksiz bir savunmasızlık, otantik bir yakınlık isteyemeyeceği anlamına geliyor. Çünkü o zaten başka bir yerde.

Bağlanma teorisi, John Bowlby ve Mary Ainsworth tarafından geliştirildi ve Hazan ve Shaver’ın 1987’deki yetişkin bağlanma stilleri üzerine çalışmalarıyla derinleştirildi. Bazı insanların yakınlıktan korktuğunu gösteriyor. Evet, doğru okudunuz. Aşık olmak istiyorlar, sevilmek istiyorlar ama işler gerçekten yakınlaşmaya başladığında içsel bir alarm devreye giriyor: “Çok yakın, çok hızlı, çok riskli”.

Mikulincer ve Shaver’ın 2007’deki araştırmaları, kaçıngan bağlanma stiline sahip insanların ilişkilerde bağımsızlıklarını koruma ve duygusal mesafe tutma eğiliminde olduklarını ortaya koydu. Derin yakınlık taleplerini tehdit olarak algılıyorlar.

Peki bunu nasıl yönetiyorlar? İşte mükemmel bir yöntem: zaten bir ilişkisi olan birine aşık olmak. Bu şekilde yoğun duygular yaşıyorsun, “aşık” hissediyorsun ama gerçek, gündelik, sıradan bir ilişkinin gerektirdiği yakınlık ve savunmasızlıkla asla yüzleşmek zorunda kalmıyorsun.

Bu bir tür duygusal sigorta. “Bir aşkım var ama tamamen benim değil, bu yüzden ben de kendimi tamamen açmak zorunda değilim.” Ortada, güvenli bir mesafede kalıyorsun. Acı veriyor mu? Elbette. Ama otantik bir bağın getireceği reddedilme ve terk edilme riskinden daha az korkutucu görünüyor.

Fantezi Krallığı: Gündelik Gerçeklikten Kaçmak

Burada devreye giren bir diğer psikolojik mekanizma idealleştirme. Helen Fisher, Arthur Aron ve meslektaşlarının 2005’te romantik aşkın ilk aşaması üzerine yaptığı araştırmalar, aşık olduğumuzda beyindeki dopamin seviyelerinin hızla arttığını gösteriyor. Bu kimyasal fırtınanın bir yan etkisi var: sevdiğimiz kişinin olumsuz yönlerini görmekte zorlanıyoruz. Aşk kelimenin tam anlamıyla bizi “kör” ediyor.

Şimdi hayal edin: o kişi tamamen sizinle olsaydı ne olurdu? Onu her gün görürdünüz. Sabah nasıl uyandığını, stresli olduğunda nasıl davrandığını, sinir bozucu küçük alışkanlıklarını, can sıkıcı tikleriní keşfederdiniz. Yani gerçek bir insanla muhatap olurdunuz. Fantezi yavaş yavaş çözülürdü.

Ama zaten bir ilişkisi olan, tamamen sizin olamayan biriyle? O kişi “özel anlar”la sınırlı kalıyor. Gizli buluşmalar, gerilimle yüklü mesajlar, yoğun bakışlar. “Bulaşıkları kimin yıkayacağı” konusunda tartışmak zorunda kalmıyorsunuz. Yerdeki çoraplarını görmüyorsunuz. Fantezi dünyasında, idealleştirilmiş versiyonunda kalıyor.

Türk psikolog Serhat Yabancı, yasak ilişkiler üzerine klinik gözlemlerinde, bu tür ilişkilerin çekici olmasının nedenlerinden birinin düşük sorumluluk ve yüksek zevk sunması olduğunu vurguluyor. Gündelik sıradanlıktan bir kaçış sunuyorlar. Gerçek bir ilişkinin zorlukları, uzlaşmaları, fedakarlıkları yok. Sadece yoğun duygular, heyecan ve “özel” olma hissi var.

Bu tür ilişkiler bir duygusal kaçış mekanizması olarak işliyor. Kişi mevcut yaşamın stresinden, belirsizliklerden, hatta varsa mevcut ilişkinin sorunlarından kopabilir ve bu “paralel gerçeklik”te nefes alabilir. Ama bu rahatlama geçici ve aldatıcı, Glass ve Wright’ın 1997’de aldatma üzerine yaptığı çalışmaların gösterdiği gibi bu durumlar uzun vadede sıklıkla suçluluk duygusu ve tatminsizlik getiriyor.

Heyecan mı Aşk mı? Beyin Sinyalleri Karıştırıyor

Bir başka büyüleyici mesele daha var: beynimiz bazen duyguları karıştırıyor. Dutton ve Aron’un 1974’te yaptığı klasik bir psikoloji deneyi var. İki araştırmacı, erkek katılımcıları çekici bir kadın araştırmacıyla iki farklı köprüde buluşturdu: biri sallanıp tehlikeli, diğeri sağlam ve güvenli. Sonuç? Tehlikeli köprüdeki erkekler araştırmacıya çok daha fazla ilgi gösterdi ve sonrasında onu çok daha sık aradı.

Neden? Çünkü beyin, köprünün korkusundan kaynaklanan çarpıntıyı ve adrenalini “romantik çekim” olarak yorumladı. Fizyolojik uyarılma romantik çekim ile karıştırıldı. Bu fenomen “uyarılmanın yanlış atfedilmesi” olarak biliniyor.

Şimdi yasak ilişkilere geri dönelim. Doğası gereği heyecan yüklüler. Gizlilik, risk, yakalanma olasılığı, toplumsal normları çiğnemenin adrenalini. Tüm bunlar vücutta yoğun bir fizyolojik tepki yaratıyor: hızlanan kalp atışı, terleme, kesik kesik nefes alma. Peki beyin tüm bunları nasıl yorumluyor? “Bu kişiye karşı çok güçlü duygular hissediyorum. Bu özel bir şey olmalı. Belki de hayatımın aşkı.”

Gerçekten seni mi istiyorsun, yoksa onun ulaşılamazlığı mı?
Kesinlikle o
Yüzde 50-50
Tamamen yasak duygusu
Bir tür kaçış
Hiç emin değilim

Oysa hissettiğin yoğunluğun bir kısmı sadece durumun doğasından kaynaklanıyor. Yasak, gizli, riskli olması onu daha yoğun kılıyor. Foster ve arkadaşlarının 1998’de, White ve arkadaşlarının da 1981’de yaptığı sonraki araştırmaların doğruladığı gibi, riskli ve heyecan verici ortamlar algılanan romantik çekimi güçlendirebiliyor. Aynı kişiyle normal, gündelik, gün ışığında bir ilişkin olsaydı aynı yoğunluğu hisseder miydin? Belki evet, belki hayır. Ama çoğu durumda “yasak” faktörü ortadan kalktığında geriye sadece sıradan bir çekim kalıyor.

Bu Bir Sorun mu? Sana Bağlı

Derin bir nefes alalım. Eğer bu makalede kendini tanıdıysan, paniğe kapılma. Bu mutlaka bir “bozukluk” veya “patoloji” olduğun anlamına gelmiyor. İnsan davranışı karmaşık ve tek bir nedene indirgenemez.

Belki geçmişte kötü bir reddedilme yaşadın ve bilinçsizce bir koruma mekanizması geliştirdin. Belki çocuklukta bağlandığın figürlerle olan ilişkiler duygusal mesafeyi “normal” olarak kodladı. Belki kültürel, ailevi ya da kişisel deneyimler seni bu yöne itti. Ya da belki de sadece bir tesadüfler zinciri.

Cassidy ve Shaver’ın 2008’de derlediği çalışmaların vurguladığı gibi, geçmiş reddedilme deneyimleri ve çocuklukta yaşanan güvensiz bağlanma kalıpları, yetişkinlikte romantik ilişkilerde kaçıngan veya kaygılı stratejilere yatkınlık yaratabilir.

Ama bu senin için tekrar eden bir kalıpsa ve seni mutsuz ediyorsa, durup şunu sormaya değer: “Gerçek yakınlıktan kaçınıyor muyum? Tamamen sevilmekten, gerçekten birine ait olmaktan korkuyor muyum?”

Çünkü sihirli olan kısım şu: bu kalıbı fark etmek, onu değiştirmenin ilk adımı. Ulaşılmaz olana duyduğun çekimin altında yatan duygusal ihtiyaçları anlamak, onlarla daha sağlıklı yollarla yüzleşmene yardımcı olabilir.

Gerçek Yakınlık Neden Bu Kadar Korkutucu?

Meseleye ters taraftan bakalım. Yasak ilişkilerin çekici olmadığını söyleyemeyiz çünkü işin içinde gerçek psikolojik mekanizmalar var. Ama asıl soru şu: otantik, sağlıklı ve karşılıklı bir yakınlık neden bu kadar korkutucu?

Çünkü gerçek yakınlık savunmasızlık gerektiriyor. Maskelerini çıkarmalı, gerçekten kim olduğunu göstermelisin. “İdeal” versiyonunu değil, “gerçek” versiyonunu. Kusurlarınla, yaralarınla, korkularınla. Ve bu çok riskli. Çünkü biri seni gerçekten tanıdığında, reddedilme riskinin arttığını hissedebilirsin.

Mikulincer ve Shaver’ın 2007’deki ve Bartholomew ve Horowitz’in 1991’deki çalışmalarının altını çizdiği gibi, savunmasızlık, eleştirilme ve reddedilme korkusu özellikle güvensiz bağlanma stillerinde tekrar eden bir tema.

Yasak ilişkilerde bu risk gerçekten mevcut değil. Çünkü tamamen tanınmıyorsun. Sadece en iyi versiyonunu, özel anları paylaşıyorsun. Reddedilme riski daha düşük görünüyor çünkü ilişki “gerçek” bile değil, yarı fantezi.

Ve tuzak tam da burada. Otantik bağlılıktan ve gerçek yakınlıktan kaçınmak seni uzun vadede daha mutsuz yapıyor. Çünkü insanın temel ihtiyaçlarından biri gerçekten “görülmek” ve “kabul edilmek”. Ama bunu deneyimlemek için risk alman gerekiyor.

Bu Döngüyü Nasıl Kırarsın?

Pratik kısma geçelim. Eğer bu davranış kalıbını kendinde tanıdıysan ve değiştirmek istiyorsan, atabileceğin bazı adımlar var:

  • Farkındalık: İlk adım zaten atıldı. Bu makaleyi okuyarak kendine dürüstçe bakıyorsun. Bir dahaki sefere müsait olmayan birine ilgi duyduğunda dur ve sor: “Neden bu kişiyi seçiyorum? Gerçekten o mu özel yoksa durumun kendisi mi beni çekiyor?”
  • Bağlanma stilini keşfet: Bağlanma stilini anlamak için profesyonel bir psikoterapistle görüş. Kaçıngan bir stilin varsa, yakınlığa direncinin nereden geldiğini keşfedebilirsin. Wallin’in 2007’deki araştırmalarının gösterdiği gibi, bağlanma kalıpları üzerinde çalışmak ilişki odaklı terapilerde temel.
  • Fantezi ile gerçekliği ayır: Hayal ettiğin kişi gerçekten öyle mi? Yarın tamamen müsait olsaydı, tüm dikkatini sana verseydi, her sabah karşında olsaydı, aynı duyguları hisseder miydin?
  • Gerçek yakınlığa kademeli olarak alış: Müsait, sağlıklı, duygularını karşılık veren biriyle olmak başta “sıkıcı” gelebilir. Çünkü o adrenalin, o heyecan eksik. Ama bu normal. Otantik ilişkiler farklı bir tür heyecan, daha derin bir bağ sunuyor. Alışmak zaman alıyor, Mikulincer ve Shaver’ın 2016’daki çalışmalarının önerdiği gibi.
  • Kendine şefkatle yaklaş: Bu davranış kalıbı seni “kötü bir insan” veya “hasta” yapmıyor. Sadece geçmişte öğrendiğin bir başa çıkma stratejisi. Neff’in 2003’teki öz-şefkat üzerine araştırmalarının gösterdiği gibi, kendi kalıplarını yargılamadan ama merakla incelemek psikolojik refahı ve değişimi destekliyor.

Ulaşılmaz Olan, İç İhtiyaçlarının Aynası Olarak

Psikolojik araştırmalar ve klinik gözlemler, sistematik olarak müsait olmayan insanlara ilgi duymanın nadiren bir tesadüf olduğunu gösteriyor. Arkasında Brehm’in 1966’da kavramsallaştırdığı psikolojik tepkisellik, Mikulincer ve Shaver’ın incelediği bağlanma korkusu, Fisher ve arkadaşlarının ortaya koyduğu idealleştirme eğilimi, duygusal mesafe ihtiyacı ve Dutton ve Aron’un gösterdiği uyarılmanın yanlış atfedilmesi gibi çeşitli mekanizmalar var.

Bu insanlar, bilinçli olarak istemeseler de, çoğu zaman gerçek yakınlıktan ve tam savunmasızlıktan kaçınmanın bir yolunu bulmuş oluyorlar. Yoğun duygular yaşayarak kendilerini tam bir bağlılık riskinden koruyorlar. Yasak olanın cazibesi, gizliliğin heyecanı ve idealleştirilmiş fantezi onlar için güvenli bir “aşk oyun alanı” yaratıyor.

Ama bu oyun alanı uzun vadede tatmin etmiyor. Çünkü otantik bağlılık, gerçekten görülmek, gerçek kabul eksik kalıyor. Sadece gölgeler, tamamlanmamış duygular ve yarım kalmış hikayeler var.

Collins ve Feeney’nin 2000’deki çalışmalarının doğruladığı gibi, güvenli bağlanma ve karşılıklı bağlılıkla karakterize edilen ilişkiler, psikolojik refah ile en güçlü şekilde ilişkilendirilen ilişkiler.

Eğer bu makalede kendini tanıdıysan, bu bir başlangıç noktası olabilir. Duygusal ihtiyaçlarını, korkularını ve bağlanma kalıplarını keşfetmek daha sağlıklı ilişkiler kurmanın ilk adımı. Yasak olana değil de gerçek olana yönelmek başta korkutucu gelebilir. Ama asıl sihir orada gizli: en derin bağ, en güçlü aşk, gizli köşelerde değil gün ışığında yaşanıyor; iki savunmasız insan oldukları gibi kucaklaştığında. Ve belki de kaçındığın tam olarak bu. Belki de tam olarak ihtiyacın olan da bu.

Yorum yapın